Etrafımda
çok fazla yalancı yüz görüyorum, samimiyetten fazlasıyla uzağız; samimi
olduklarımızla fiziksel olarak uzaktayız. Sarılmayı çok seven bir insan olarak neden
insanların sevdikleri ya da en azından samimi olduğu insanlara neden
sarılmadığını çözememekteyim. Sarılmak dünyanın en güzel işlerinden biridir,
kaldı ki bir alıntıya göre “ Yalan söylerken yüzünü saklamanın en güzel yoludur”
denir ama öyle de hiç kullanmadığımı belirtmeliyim.
Yine
her şeyden çok sıkıldığım bir andayım, flört edesimin kaçtığı, bugün acaba
nasıl tatlılık yapsam diye uğraşmaktan yorulduğum bir andayız. Çünkü sanıyorum
ki tatlılık yapmak zorunda değilim, ama lan düşünüyorum o zaman da beni kimse
sevmez. Zaten sevilecek çok bir yanım da yok gibi geliyor bana.(sevgililerim,
flörtlerim ve arkadaşlarım aksini söylemekteler)
Ben kendimi hep kötü gördüm, ne kadar kötü olmasam da;
sanırım bu benim kendimi daha iyi hâle getirebilmem için çabalamamda gerekli
bir şey. Sesimin sakinleştirici bir etkisi olduğu defalarca gerek uzmanlar
gerek de dostlarca söylenmiştir, aynı sesin gecenin bir vakti bağıra çağıra
küfür ettiğini biliyor olmak biraz üzücü olsa gerek. Hepimiz kusurluyuz, her ne
kadar ağızımdan “ Aaaah mükemmel ben! Daha önce de mükemmel olduğumu söylemiş
miydim?” gibi cümleler duyulsa da m ükemmel olmadığımı biliyorum. Olamayacağımı
da biliyorum. Sadece iyi bir şeyler yapıp, karşılığında iyi şeyler yaşamak
isteyen bir adamım daha fazlası olmadı hiç, zaten gerek de yok ki.
Her neyse,
bunlar yazının açılışı için gerekli boşlamalardı. Neyi fark ettim biliyor musunuz? İnsan
alıştığı şeyi kolayca bırakamıyor, neye alıştığınızın bir önemi yok, bu iyi bir
şey de olabilir, kötü bir şey de olabilir elbet. Söylemeye çalıştığım şey,
bundan kolayca vazgeçemediğimiz ve bilinçaltımızın buna inatla karşı çıktığı.
Somutlaştırmak gerekirse, gitmeyen bir ilişkiyi asla bitirecek cesareti
bulamamak. Neden mi, alışmışsındır çünkü, en boktan bir ilişki bile en azından
monoton bazı şeylere sahiptir. Haftanın hangi günü nerede ve nasıl görüşeceğin,
ne üzerine kavga çıkacağı, ne zaman karşındaki insanı görmediğin özel bir kafa
dinleme anın var, telefonun ne zaman çalacağı ya da çalmayacağı, kimin özür
dileyip dilemeyeceği, hangi filmin izlenmek için hangi filmin oynaşmak için
gidildiği az çok tahminlere ve tecrübelere açıktır. Ve atılan her adımın sonucu
bilindiği için az çok, ne kadar kavga edilse de bırakmaz iki tarafta birbirini.
Çünkü ortada bir alışılmışlık, hiç yoktan bir öngörülebilirlik vardır. Bu
sebeple de bilinçaltınız sizin buradan kaçmanıza olanak vermez, çünkü konfor
alanının dışına çıkmaya çalışıyorsundur ve organizma için iyi değildir,
tecrübelerin ve evrim sana bunu söyler. Hâlbuki konfor alanının dışına atılan
her adım konfor alanının çapını biraz daha açacaktır, hiçkimse size konfor
alanının dışı olan “Tehlike alanı”na geçin dememekle beraber, herkes konfor
alanınızın kölesi olmamayı öğretmeye çalışmaktadır. Kısa vadede sizi daha mutlu
edeceğini vaad eden konfor alanından ziyada uzun vadede sana gül bahçesi vaad
eden konfor alanının dışı daha iyi olacaktır. Çünkü konfor alanının dışında
bazı tehlikelere karşı koyamaz durumda olacak ve başına gelebilecek diğer
şeylere karşı açık olacaksındır. Yani ne demeye çalışıyorum? Konfor alanının
içinde saklandığımız müddetçe bildiğimiz ve öngördüğümüz şeylerin dışında bir
şey yaşamak pek de mümkün olmayacaktır. ( Travmalar hariç)
O yüzden,
kafalarımızı kumdan çıkartırsak şayet biraz daha güzel olacaktır. Taş çatlasa
100 yaşına dek yaşacağınız bir hayatta bence hata yapma LÜKSÜNÜZ var. Ve bunu
kullanın, çünkü birileri karşı çıkmaya korktuğu içindir diye düşünmekteyim ki
08:00- 18:00 gibi çalışma saatlerinin,akşam trafiklerinin, paranın kölesiyiz..
Ya dimi düşününce nasıl da vuruyor bu?
O yüzden naçizane tavsiyem arada bir konfor alanınızın
dışına çıkmanız. Geçtiğimiz aylarda önce
ben çıktım bu konfor alanından. Başta
her şey yolunda gibiydi. Wohooo çok mutluyum falan modundaydım, lâkin sonra bazı
işler istediğim gibi gitmedi, bilinçaltım bu fırsatı kolluyormuşçasına “Haaa
haaaa nasıl da iyiydik ama şuradayken” moduna giriverdi. Hayır efendim! İyi
falan değildik, uykusuz geceler, her an sinirler, sürekli her şeyi açıklama
gerekliliği hiç de iyi değildi. Ama az önce yukarıda saydığım bazı
monotonluklar beni yine cezbediyordu. Daha önce bu tuzağa düşmüştüm. Bu sefer
biraz da “ Man Up” moduna girerek kendime her zaman istediğimi elde
edemeyeceğimi, alışmış olduğum bu her şey benim felsefesinin bir illüzyon olduğunu
anlattım. Zar zor da olsa bu yolda ilerlemeye devam ediyorum, çünkü yapmam
gereken şeyin bu olduğu aşikar.
Kendim bu
konfor alanından çıktıktan sonra benzeri durumda bir dostumu kurtarmaya karar
verdik böyle bir durumdan, başka bir dostumla. Beşiktaş’ta bizim ekipteki tüm
kalplerin kırıldığı ya da başkasının kalbini kırdığı bir çay bahçesi var, bizim
için Nam-I Diğer “Kaybedenler Kulubü”
burası. Çayı günün her saatinde berbat, türk kahvesini ya yanlış
getirirler ya da yarısı tabağa dökülerek. Böyle bir mekan işte, anlamsızca
oturuyoruz, diğer arkadaşımızla tanışalı 24 saat olmadığı bir gerçek ama
masadakilerden hiçbiri bunu uyandırmıyor. Yıllardır tanışıyoruz gibi bir
muhabbet var, ki ben bu durumu çok seviyorum, önemli olan ne kadar zamandır
tanıştığın değil, ne kadar yakın olabildiğindir. Ortadoğu ve Balkanların en
bayat ve en deterjan tatlı çayını içerken sohbet açılıyor ve arkadaşımız
dökülüyor. Benim yaşadığım dört beş farklı olayın tek bir olaydaki kombini gibi
olay ve acil müdahale gerekiyor, sağlık sorunları ortaya çıkmış ve işler çoktan
boka sarmış durumda. Bu sebeple hemen müdahale etmeye başlıyoruz dostumla
beraber hastaya, bayat çay gidiyor ve yerine daha bayatı isteniyor, bir o
paketten bir o paketten sigara yakılıyor, nikotin değerlerini dengelemeye özen
dahi göstermeyerek sigaranın asıl olay olmadığını vurguluyor gibiyiz, kaldı ki
sigara o anda o masada asıl olay hiç değildi. Biraz komik bir benzetme olacak
ama, Fatih’in toplarının İstanbul’u dövdüğü gibi sağlı sollu sözel girişiyoruz
24 saattir tanışmıyor olduğumuz arkadaşa, gözleri böyle bir doluyor gibi oluyor
ama ağlamıyor. Bizde de durumlar aynı neticede sakat zaten, o ağlarsa tüm masa
ağlayabilir haberi yok-tu şu ana kadar. Okuyunca anlar.
Pakette kala kala son üç dal kalmış, 24 saattir
tanışmadığımız arkadaş pakete yelteniyor, eline vurup “dur bakalım” diyorum.
Neticede iki saattir sana dil döküyoruz. %70’i su %20’si çay %10’uysa deterjan
olan çaydan o kadar çok içmişiz ki birazdan üfleyerek balon çıkartabileceğiz…
Tanrım o ne boktan bir çaydır ya… Aklıma geldi sinirlendim yine. Her neyse o
boktan çay bir başka yazının konusu olabilir pek tabii, çünkü bu bünyeye aynı
zamanda dünyanın en güzel çayı da girmiş durumda.
Sigara içen arkadaşlarım için geliştirdiğim bir söz verme
yöntemim var. Eğer alkollü bir ortamda isek içecekler tokuşturulur, masaya
vurulur bir yudum alınır ve her neyin sözü veriliyorsa yüksek sesle söylenerek sigara
içen kişi sayısı kadar sigara yakılır. Ritüel budur. Ancak Kaybedenler Kulubü’nde
olduğumuz ve mekanda alkolün tek varlığı
çayımızdaki deterjanın içindeki alkol olduğunu varsayarsak ilk kısmı pas
geçerek direk sigara yakıldığını siz de tahmin etmişsinizdir sayın okuyucu.
Sanıyorum
o masada herkes tek bir söz verildiğini zannediyordu, ama tecrübeyle sabittir
ki masadaki kişi sayısından kat be kat fazla sözler verildiği görülmüştür o
masalarda.
Bir nevi o
masadaki sözüme sadık kalmak amacıyla devam ediyorum, ve hiçbir pişmanlığım da
yok, ulan zaten olsa da yapacak bir şey yok. Hayat bu…
Az
biraz cesaret, kafaları kumdan çıkartın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder